Dünya

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack’ın gözden kaçan açıklamaları-tam metin

New York’ta gerçekleşen 'ABD-Türkiye İlişkilerinin Güçlendirilmesi ve Suriye ile İlişkilerin İlerlemesi' başlıklı ABD Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Dış Basın Merkezi'nin bilgilendirme toplantısı 11 Temmuz Cuma günü yapıldı. 

ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas J. Barrack, 11 Temmuz 2025 tarihinde New York’ta düzenlenen “ABD-Türkiye İlişkilerinin Güçlendirilmesi ve Suriye ile İlişkilerin İlerlemesi” başlıklı basın brifinginde, moderatör Melissa Waheibi eşliğinde hem New York Dış Basın Merkezi'nde fiziksel olarak bulunan hem de çevrimiçi katılım sağlayan gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Fotoğraf: ABD Dışişleri Bakanlığı, New York Dış Basın Merkezi, Flickr hesabı

Gazeteciler tarafından yöneltilen soruları ve Büyükelçi Barrack’ın verdiği yanıtları aynen yayımlıyoruz:

Ibtisam Azem, Al-Araby Al-Jadeed gazetesi: “İki sorum olacak. Birincisi, Suriye’ye dair vizyonunuzu sormak istiyorum – yeni yönetimle birlikte bu noktadan nereye gitmek istiyorsunuz? İkincisi ise İsrail ile Suriye arasında yürütülen görüşmeler hakkında. Bu konuda bizi güncelleyebilir misiniz?”

"Suriye’de olanlar, Orta Doğu, Körfez ve Yakın Doğu gibi karmaşık bir coğrafyada yepyeni bir deney alanı oluşturuyor. Bu bölgeyi yeniden, tertemiz bir tuval gibi kurgulayabilir miyiz? Bu bir deneydir ve şu anda en başındayız”

Büyükelçi Thomas Barrack: "Evet, harika sorular. Öncelikle kendi vizyonumla Başkan’ın vizyonunu ayırmam gerekiyor. Başkan Trump cesur ve kararlıydı. Onun Suriye vizyonu, bu ülkeye bir şans tanımaktı. Batı'nın bu coğrafyaya her müdahalesinde – özellikle 1919'dan bu yana – yaşananlar pek de iyi olmadı. Sykes-Picot Anlaşması ile dünyayı ve ulus-devletleri bölmeye başladık ve hâlâ bunun sonuçlarını yaşıyoruz. Tanrı İngilizleri korusun ama Filistin’i üç farklı tarafa üç kez verdiler.

Bu Başkan şunu söylüyor: Ben artık bunu yapmak istemiyorum. Peki ne yapmak istedi? Daha önceki bir rejime uygulanan yaptırımlar vardı. Asıl şaşırtıcı olan, hiçbirimizin el-Şara rejiminin Aralık ayında Şam’a yükseleceğini beklemiyor ya da tahmin etmiyor olmasıydı. İdlib'de iyi bir iş çıkarmışlardı ama Esad rejimi hâlen tam anlamıyla hâkimiyet sahibiydi.

Tüm bu gelişmelerin ardından birdenbire “Plan A” devreye girdi. Bu noktada konuştuğumuz her konuda tekrar döneceğim yer burası olacak: Plan A, el-Şara rejimidir. Bu, yeni bir yönetime yavaş bir geçiş planıdır. Başkan’ın 13 Mayıs’ta yaptırımları kaldırırken verdiği ana mesaj şuydu: “Onlara bir şans verin.” Eğer onları zincire vurursanız, o şansı tanıyamazsınız. Kaldı ki, kötü bir şey olursa yaptırımlar her zaman yeniden uygulanabilir.

Bu yeni başlangıç fikri, yaptırımların kaldırılmasıyla birlikte insanlara umut verdi. Aslında o anda olan buydu: Suriyelilerde – tüm azınlıklar ve mezhepler dâhil – yıllardır süren acılardan sonra ilk defa yeni bir yaşama dair bir umut kıvılcımı doğdu. Başkan’ın yaptığı şey, bu yaptırımları bir soğan gibi katman katman değil, doğrudan kaldırmak oldu. Günümüzde birçok güç ve ülke bunu yavaş yapmamız gerektiğini, böylece süreci izleyebileceklerini söylüyor.

Ama Başkan şöyle karar verdi: Hayır, yavaş yapmayacağım. Çünkü onların ihtiyacı olan şey kaynak. Hızlıca inşa etmek için dünyanın desteğine ihtiyaçları var. Vizyon şu: Suriye’de olanlar, Orta Doğu, Körfez ve Yakın Doğu gibi karmaşık bir coğrafyada yepyeni bir deney alanı oluşturuyor. Bu bölgeyi yeniden, tertemiz bir tuval gibi kurgulayabilir miyiz? Bu bir deneydir ve şu anda en başındayız.

“Burada amaç anlaşmaya imza atmaları değil, Abraham Anlaşmaları doğrultusunda hareket etmeleri – yani Suriye ile İsrail arasında normalleşme sağlanabilir mi sorusunu gündeme getirmekti. Ki bu doğası gereği, Lübnan-İsrail, Ürdün-İsrail, Irak-İsrail ve arada bir köprü işlevi gören Türkiye’yi de kapsayan çok daha büyük bir hedef”

Suriye ile İsrail arasındaki görüşmelere gelecek olursak; hatırlarsanız, Başkan Trump yaptırımları kaldırdıktan sonra Dışişleri Bakanı Rubio devreye girdi ve el-Şara rejiminin uyması gereken beş temel şarttan söz etti. Bunlardan biri de Abraham Anlaşmaları’ydı. Burada amaç anlaşmaya imza atmaları değil, Abraham Anlaşmaları doğrultusunda hareket etmeleri – yani Suriye ile İsrail arasında normalleşme sağlanabilir mi sorusunu gündeme getirmekti. Ki bu doğası gereği, Lübnan-İsrail, Ürdün-İsrail, Irak-İsrail ve arada bir köprü işlevi gören Türkiye’yi de kapsayan çok daha büyük bir hedef.

Ve el-Şara bu konuda oldukça açık konuştu. İsrail’in düşman olmadığını, sorunları çözmek için onlarla müzakere ve diyaloga açık olduğunu ifade etti. Bu süreç, bölgedeki diğer yerlerde olduğu gibi küçük adımlarla ilerleyecek.

Umut ve beklentimiz şu ki, Başkan Trump’ın İran’daki B-2 bombardımanını desteklemesi gibi cesur hamlelerle bu durum bir fırsat haline gelebilir. Bu fırsat kısa ömürlü olabilir. Şu anda İran, Hamas, Hizbullah ve Husiler geri çekilmiş durumdalar. Geriye kalan ülkeler kendileri için yeni bir yaşam, yeni bir anayasa ve mezhepsel yapının yeni bir bileşimini tanımlama yoluna gidebilir. Ama bu onlara kalmış.

Başkan’ın yaptığı şey, yaptırımları kaldırmak ve geçmişte hep söylediği düşman rejimlere – yani DEAŞ (ISIS) ve İran’a – karşı duruşunu sürdürmektir. Şimdi top artık bu ülkelerde. Yani süreç küçük adımlarla ilerliyor."

“Dürziler Dürzi toprağı istiyor, Aleviler Alevi bölgesi, Kürtler ise Kürdistan istiyor. Ama Suriye – yani Şam yönetimi – şunu net olarak söylüyor: 'Bu olmayacak. Tüm yollar Şam’a çıkar. Tek ülke, tek ulus, tek ordu.' Ve bu yönde bir süreç işletiliyor”

AFP muhabiri Amelie Bottollier: “Yaptırımlarla ilgili olarak – yani ABD kendi yaptırımlarını kaldırdı ama HTS’ye yönelik bazı BM yaptırımları da var. ABD’nin, bu yaptırımların Birleşmiş Milletler nezdinde de kaldırılması için çaba gösterdiğini duyduk. Süreçle ve diğer üye devletlerle yapılan görüşmeler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?”

Büyükelçi Thomas Barrack: “Evet, bu harika bir soru. Şimdi, iki taraflı (bilateral) yaptırımlar konusunda – ABD Başkanı bunları tek taraflı olarak kaldırdı. Ancak bu, yaptırımların tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez. Bildiğiniz gibi, bu yaptırımlar çok katmanlı ve her birinin kaldırılması için farklı onay süreçleri ve yasal yollar gerekiyor. Bazıları geçici, bazıları ise kalıcı. ‘Genel Muafiyet 25’ (General Waiver 25) örneğini gördünüz. Başkan, son on yıl içinde giderek daha kısıtlayıcı hale gelmiş olan yürütme emirlerinin büyük bölümünü iptal eden kapsamlı bir kararname yayınladı. Aynı zamanda, Kongre’de bu kısıtlayıcı yasaların kalıcı olarak yürürlükten kaldırılmasına yönelik bir girişim de var. Bu, Amerikan ve Avrupalı şirketlerin 180 günden daha uzun vadeli bir perspektifle yatırım yapabilmesini sağlayacak.

Birleşmiş Milletler’in ise farklı bir “yabancı terör örgütü” tanımı ve yaptırım rejimi bulunuyor. Güvenlik Konseyi’nde bazı üyeler, haklı olarak, kendilerinin önem verdiği bazı gelişmelerde, azınlık haklarının nasıl korunduğu, yeni anayasanın şekli ve içeriği, yabancı savaşçıların durumu gibi konularda daha fazla ilerleme görmek istediklerini belirtiyor. Bugün yaklaşık 20-25 bin yabancı savaşçıdan söz ediyoruz. Bu kişilerin entegre edilip edilmeyeceği konusu herkes için ciddi bir endişe kaynağı. Aynı şekilde azınlık hakları da öyle. Mesela, Dürziler Dürzi toprağı istiyor, Aleviler Alevi bölgesi, Kürtler ise Kürdistan istiyor.

Ama Suriye – yani Şam yönetimi – şunu net olarak söylüyor: 'Bu olmayacak. Tüm yollar Şam’a çıkar. Tek ülke, tek ulus, tek ordu.' Ve bu yönde bir süreç işletiliyor. Birleşmiş Milletler ve bazı önemli ortak ülkeler bu durumu izliyor ve diyor ki: Size karşıt değiliz, düşmanca yaklaşmıyoruz. Doğru adımları atmanız için teşvik edici kaldıraçlara ihtiyacımız var. Benim kişisel ve mütevazı kanaatim, bu yeni yönetim doğru adımları atmaya çalışıyor. Ama ciddi bir kaynak kıtlığı içindeler. Henüz sadece yedi aydır iktidardalar. Rejimin kendisi çok karmaşık. İçeride büyük bir öfke, düşmanlık var. Bir yandan toplumun çeşitli kesimlerinde oluşmuş büyük beklentiler, diğer yandan geçmişteki pişmanlıklar var. Yeni bir yönetim için bu ikisini aynı anda dengelemek kolay değil. Bir anne ya da baba olarak dört oğlunuzun üç haftadır savaştığını düşünün. Ve sonra onlara: Artık kavga etmeyi bırakın, oturun birlikte televizyon izleyin, iyi geçinin demek gibi bir şey. Bu işler öyle kolayca gerçekleşmiyor.

HTS’ye (Heyet Tahrir el-Şam) ve el-Şara rejiminin iki üst düzey ismine yönelik yaptırımlar hâlen yürürlükte ve kaldırılmaları değerlendiriliyor. Bu yaptırımlar parça parça da kaldırılabilir. Güvenlik Konseyi her başvuru için ayrı bir muafiyet [waiver] verebilir. Ancak bazı üyeler şöyle düşünüyor: Bu yaptırımların tamamen kaldırılması bir hata olur. Çünkü onlar için önemli olan, kaygı duydukları azınlık hakları, yabancı savaşçılar ve Al-Hol ile Roj kampları gibi meselelerde daha fazla gelişme görmek istiyorlar. Bu kamplarda hâlen 20-25 bin insan yaşıyor. Plan, onların evlerine dönmeleri. Ancak sorun şu ki, o insanlar “ev”in neresi olduğunu bilmiyor; kelimenin anlamını bile yitirmiş durumdalar. Avrupa da bu kişilerin kendi topraklarına dönmesini pek istemiyor.

Her şeyle aynı anda uğraşıyorlar, çok fazla sorunla boğuşur gibi bir yükün altındalar. Ve bizim hep birlikte yapmaya çalıştığımız şey ise, onlara tam olarak ne yapacaklarını dikte etmeden, durumu değerlendirebilmeleri ve analiz edebilmeleri için ihtiyaç duydukları kaynakları sağlamak."

Ephrem Kossaify, Arab News gazetesi: Beyrut ziyaretinizde söylediklerinizle ilgili üç kısa takip sorum olacak. İlk sorum şu: Eğer Hizbullah silah bırakmayı kabul eder ve kendini sadece Lübnanlı, tamamen siyasi bir partiye dönüştürürse, yani İran’ın bir vekil gücü olmaktan çıkarsa, bu yönetim, tıpkı HTS’de olduğu gibi, Hizbullah’ı da 'yabancı terör örgütü' listesinden çıkarmaya hazır olur mu?

Büyükelçi Thomas Barrack: “Bu harika bir soru. Ve bu sorudan kaçmak istemem ama doğrudan yanıt veremem. Burada Morgan Ortagus da bizimle birlikte, kendisi bu çok karmaşık mezhebi yapıya sahip Lübnan haritasında nereye gidileceği konusundaki tüm bu sürecin temel taşlarını döşedi. Kolay değil.

Geçenlerde başımı belaya soktum çünkü Hizbullah’ın iki kısmı olduğunu söyledim. Her şeyden önce, elbette Amerika onu bir terör örgütü olarak görüyor. Yani ‘Hizbullah, terör örgütü’ – bu ifadeyi ben kuruyorum. O budur. Ancak, Lübnan’da bir siyasi partidir. Lübnan’da 13 ila 15 milletvekili var. Bu, Hizbullah’ın siyasi partisi; Şiileri temsil eden partilerden biri, Amal Hareketi’yle birlikte. Ve bir de İran tarafından desteklendiğini düşündüğümüz Hizbullah’ın silahlı kanadı var, yani yabancı terör örgütü, işte bizim sorun yaşadığımız kısım da bu.

Hizbullah’ın silah bırakma süreci, Lübnan Hükümeti’nin içinde başlamalı. Bakanlar kurulu bu konuda yetki vermeli. Ve Hizbullah’ın siyasi kanadı da bu sürece onay vermeli. Bu sürecin birkaç bileşeni var. Hizbullah diyor ki: “Tamam, biz de anlıyoruz ki artık tek bir Lübnan olmalı.” Neden? Çünkü artık tek bir Suriye oluşmaya başlıyor. Başkan Trump’ın İran’da attığı cesur adımların ardından tüm bölgede herkes kendi geleceğini yeniden kurgulama sürecine girdi. Lübnan ise 1970’lerden beri sürekli bir acı içinde; aslında daha da öncesi var. Öğrenciyken ben bile, neden bu anlaşmalar hiçbir zaman yürümüyor diye merak edip araştırmıştım. Lübnanlılar dünyanın en zeki, en becerikli halklarından biridir. Ama 1949 Ateşkes Anlaşması’ndan beri hiçbir şey kalıcı olmamıştır.

Sonra ilerliyoruz: 1967, 1974, Taif Anlaşması… Taif Anlaşması’na bakarsanız, Morgan ve ekibinin kasım ayında ustaca müzakere ettiği çatışmasızlık anlaşmasının neredeyse aynısıdır. Ama o da işlemedi. Hiçbiri işlemedi çünkü sistemin içinde yakıt yoktu. Benim kanaatime göre, siyasi parti olarak Hizbullah bugün şöyle düşünüyor: Lübnan’ın başarısı için Sünniler, Şiiler, Dürziler, Hristiyanlar bir araya gelmeli. Ve bunun zamanı geldi. Ama oraya nasıl ulaşılacak? İsrail bu sürecin bir parçası olmak zorunda.

Bu arada, Lübnan’da şu an geçerli olan çılgın yasaya göre, Lübnanlıların İsraillilerle doğrudan konuşması yasak. O nedenle biz arabulucu bir müzakere heyeti kurduk. Ve bence bu ekip olağanüstü işler yapıyor. Herkes sorumluluk alıyor ve bu hedefe ulaşmak için çabalıyor. Eğer olur da Lübnan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı hep birlikte tek ülke, tek ordu, tek devlet fikrine onay verirse; ve Hizbullah da zamanla ağır silahlarını bırakmayı kabul ederse ki burada hafif silahlardan söz etmiyoruz; her Lübnanlının belinde bir tabanca, 357 Magnum var zaten. Mesele, İsrail’i tehdit edebilecek türdeki silahlardır.

Eğer bu gerçekleşirse, bu bir süreçtir. Ve bunun için – LAF’a [Lübnan Silahlı Kuvvetleri’ne] ihtiyacınız var, yani silahlı kuvvetlerin bu silahları toplayabilecek kapasitede olması gerekir. Sorun şu ki, askerlere maaş ödeyecek paranız yoktu. Yani tüm bu parçaların aynı anda devreye girmesi gerekiyor. LAF’ı güçlendirmelisiniz. LAF, Lübnan’daki halkın büyük çoğunluğu tarafından büyük saygı gören bir kurumdur – ve sonrasında, Hizbullah’la yumuşak bir şekilde ilerleyerek, silahları nasıl toplayacağız, nasıl geri vereceğiz, işte süreç bu diyebiliriz. Bunu bir iç savaş ortamında yapmayacağız, çünkü bu silahlar garajlarda ve yer altındaki – evlerin altındaki – alanlarda depolanmış durumda

Benim umudum ve inancım şu: Bu programın ortaya koyduğu vizyon cesur bir adımdır. Dışişleri Bakanı Rubio, yolu size açıyoruz. Seçim sizin. Size bir şey dayatmıyoruz diyerek olağanüstü bir tutum sergiliyor. Ve eğer onlar bu yolu seçerse, o zaman Lübnan’daki o siyasi parti bağlamında tüm bu konuların yeniden değerlendirilmesi mantıklı bir sonuç olur."

Arab News gazetesi muhabiri Ephrem Kossaify’nin ikinci sorusu: “Sayın Barrack, şu anda Lübnan’daki halk, ABD’nin Lübnan Hükümeti’nin eylem planından ne derece memnun olduğunu tam olarak anlayamıyor. Beyrut’taki bir basın toplantısında bu plandan epey memnun olduğunuzu söylediniz. Ancak sonra LBCI’ye [Lübnan Uluslararası Yayın Kuruluşu], Lübnan siyasetinin her zaman geciktirme, saptırma ve savunmaya geçme üzerine kurulu olduğunu söylediniz. Hangisi doğru?”

Büyükelçi Thomas Barrack: “İkisi de doğru. Ve siz de bana katılırsınız. Gerçekten sadece geciktirme, yön değiştirme ve savuşturma üzerine kurulu. Lübnanlılar herkesten daha akıllı. Bu yüzden ne oluyor? Siyasal düzeyde statüko onları şimdilik tatmin ediyor, ama bu memnuniyetin ne zaman sona ereceği belli değil. Peki bunu ne değiştirir? Cevap şu: Yok olacaklarını fark etmeleri. Lübnan eğer hızla harekete geçmez ve uyum sağlamazsa, çevresindeki herkes yoluna devam edecek. Lübnan çok küçük bir ülke. Mezhebi bir sistemleri var – bu sistem mantıklı mı, değil mi, tartışılır. İşlevsiz bir merkez bankaları var. Hâlâ bir banka yapılandırma yasası geçirmediler. [Finansal Açık Yasası] gap yasası da geçmedi. Bankacılık sistemi çökmenin eşiğinde.

Kendilerini yeniden tanımlamaları gerekiyor. Ben bu hükümetin buna hazır olduğunu düşünüyorum – zaten Beyrut’ta yaptığım yorum da buydu. Cesaret verici bir duruşları var. Karşılarındaki sorunlara dik duruyorlar. Ve biz onlara karşı yumuşak davranmıyoruz, bu arada. Diyoruz ki: Yardım istiyorsanız, işte yardım burada. Ama ne yapacağınızı biz dikte etmeyeceğiz. İsterseniz alın, istemezseniz sorun değil, biz evimize döneriz. Geçmişte herkes, Lübnan’ın saptırma-savuşturma mekanizmasıyla yaşadığını kabul ederdi. Bugün ise umudum, bu döngünün kırıldığını gerçekten kanıtlayacak bir süreç göreceğimiz yönünde.”

“SDG – yani Suriye Demokratik Güçleri – aslında YPG’dir. YPG de PKK’nın bir türevidir”

CNN Türk muhabiri Yunus Paksoy: ”Geçen gün, federalizmin Suriye’de işe yaramayacağını, ‘tek Suriye, tek bayrak, tek ordu’ olması gerektiğini söylediniz. Öte yandan geçen hafta, Ahmed el-Şara’ya sunduğunuz şartlardan birinin SDG’yi korumak olduğunu belirttiniz. Üstelik Pentagon, önümüzdeki yılın bütçesinde SDG’yi daha fazla silahlandırmak ve donatmak için 130 milyon dolar talep ediyor. Eğer ABD gerçekten tek bir orduyu destekliyorsa, yakın ya da uzun vadede Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) dağıtmayı ve SDG’nin silahlarını, özellikle ağır silahlarını teslim etmesiyle ilgili koşulları konuşmayı düşünüyor musunuz?

Büyükelçi Thomas Barrack: “Bu gerçekten çok iyi ve aynı zamanda tehlikeli bir soru. Elimden geldiğince yanıtlamaya çalışayım. Elbette bu sorunun bazı yönleri benim yetki alanımı aşıyor. Belki Başkan Trump’ı arayıp doğrudan ona sorabilirsiniz ne düşündüğünü. Ama işin özüne gelirsek: Biz kimseye bir şey dikte etmiyoruz. SDG – yani Suriye Demokratik Güçleri – aslında YPG’dir. YPG de PKK’nın bir türevidir. Bugün haberleri takip etme fırsatım olmadı ama sanırım bugün PKK silah bırakmaya başladı. Öcalan hâlâ adasında. Eskiden oranın bir tür cennet olduğunu sanırdım, ama gerçekten izole tutuluyormuş. Bu konu Türkiye için son derece hassas ve büyük bir mesele. PKK-Türkiye sorunu çok karmaşık. YPG, PKK’nın bir uzantısı olarak ortaya çıktı ve biz de IŞİD’le savaşmak için onlarla ittifak kurduk.

Bu yüzden, sahada birlikte hareket ettiğimiz için onlara karşı bir sorumluluğumuz olduğu yönünde bir kanaat var. Soru şu: Onlara karşı bu sorumluluğumuz ne kadar ileri gidiyor? Bizim onlara kendi hükümetlerini kurabilecekleri bir bağımsız yapı sağlama gibi bir borcumuz yok. Onlara borcumuz, yeni bir rejime geçişte makul bir entegrasyon süreci sağlamak olabilir, yani Suriye içinde tek bir hükümete entegre olacak şekilde bir yol açmak. Suriye yönetimi, federalizmin işlemeyeceğini açıkça ifade etti. Dürzilerin ayrı, Alevilerin ayrı, Kürtlerin ayrı üniformalar giyeceği, etnik güçlerin parçalı hâlde var olacağı bir yapı olmayacak. Tek bir yapının olması gerektiğini söylüyorlar. Bu yeni rejim yedi aydır iktidarda ve bu çıkar gruplarını hizaya getirmeye çalışıyorlar. Bu, özellikle SDG açısından çok zor bir konu ama biz bunu anlıyoruz.

SDG'nin nasıl çalıştığına baktığınızda, taraflar arasında bir uzlaşmaya dayalı işleyiş görüyoruz. Mart ayında prensipler üzerinde bir anlaşma yapılmıştı. Ama neden işe yaramadı? Çünkü herkes aceleyle, hiçbir teknik ayrıntı olmadan anlaşmaya vardı. Oysa bu ayrıntılar çok önemli. Şimdi ise tam olarak bu teknik ayrıntıları toparlama ve herkesi aynı masaya getirme zamanı. İki çocuk gibi düşünün: Onları aynı oyun alanına getiriyoruz, hakemlik yapıyoruz, arabulucuyuz, yardım ediyoruz ama sonsuza kadar orada kalmayacağız. Eğer anlaşmazlık devam ederse, bizim orada dadı gibi kalmamız söz konusu değil.

“SDG, Amerika’nın onlara karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyor. Amerika ise şöyle diyor, evet, sana karşı makul bir düzeyde bir sorumluluğumuz var. Ama eğer makul davranmazsan, o zaman başka bir alternatif gündeme gelir”

ABD Başkanı’nın Orta Doğu’da yaptığı şey, bu süreçlere koruyucu bariyerler koymak. Her ülkeye, işte sana yeni bir hikâye yazma fırsatı demek. Bu bölgede yüz yıldır yeni bir hikâye yazılmadı. Osmanlı döneminde sınırlar yoktu, herkes bir şekilde bir arada yaşadı ya da yaşamadı, ama bugünkü gibi bir kargaşa da yoktu. Bugün Çin ve Rusya da bölgede daha sakin bir yapı kurulmasını destekliyor. Ama SDG konusunda durum zor. Gerçekten zor. Taraflar uzun süredir denklemde karşı cephelerde yer alıyor. SDG, Amerika’nın onlara karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyor. Amerika ise şöyle diyor, evet, sana karşı makul bir düzeyde bir sorumluluğumuz var. Ama eğer makul davranmazsan, o zaman başka bir alternatif gündeme gelir."

“Amerika Birleşik Devletleri, tanınmış, geçerli ve yasal ulus-devletleri onurlandırır – nokta”

Rudaw muhabiri Diyar Kurda: “İki sorum olacak. İlk olarak: SDG ve PKK hakkında konuştunuz. Federalizm ve Suriye’deki Kürt haklarına dair yorumlarınız bölgede ciddi bir gerilim yarattı. Kürtler bu açıklamalardan memnun değildi. ABD’nin Suriye’deki anlatıyı dikte ettiğini düşünüyorlar. Sizin bakış açınızla, ABD, Kürtlerin öncülüğündeki özerk yönetimlerin Suriye içinde kendi haklarını koruma çabalarını nasıl değerlendiriyor? Federalizmin bu bağlamda uygulanabilir bir çözüm olmadığını düşünmenize neden olan şey nedir?

İkinci sorum: Bugün, Irak Kürdistan Bölgesi’nde PKK mensuplarının ilk grubunun silahlarını imha ettiğini belirttiniz. ABD bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyor? Bu adımın Türkiye’deki Kürt sorununun uzun vadeli çözümüne katkı potansiyeli sizce nedir? ABD bu süreci kolaylaştırma ya da destekleme konusunda bir rol oynadı mı?”

“Bağımsız bir Kürdistan’a dair hiçbir işaret yok. Ayrı bir SDG devleti olacağına dair bir sinyal yok. Bizim tarafımızdan ayrı bir Alevi devleti ya da ayrı bir Dürzi devleti olacağına dair de hiçbir işaret yok. Ortada sadece Suriye var

Büyükelçi Thomas Barrack: “Teşekkür ederim. Çok düşünülmüş, önemli sorular bunlar. Öncelikle meseleyi sadeleştirmek için bir temel prensiple başlamak isterim:
Amerika Birleşik Devletleri, tanınmış, geçerli ve yasal ulus-devletleri onurlandırır – nokta. Bunun dışındaki tüm gruplar – ister etnik, ister mezhepsel, ister başka bir topluluk – bir devletin içinde kendilerine alan arıyor olabilir. Bu gruplara karşı empati duyabiliriz, zaman zaman onlara sempatimiz olabilir ya da desteklemek isteyebiliriz. Ama bu strateji bizim için hiçbir zaman işe yaramadı. Rejim değişikliği girişimlerine her girdiğimizde – ki bu arada şunu net söyleyeyim: Suriye’de ve Lübnan’da rejim değişikliğini biz yapmadık. Esad rejiminin değişmesi ABD’nin işi değildi.

SDG konusuna gelince, burada bir şüphe yok – özellikle Kongre’nin SDG’ye karşı kalbinde yumuşak bir noktası var. Ve şunu çok net biçimde ifade ettik: Onlara neyin yolunu açmak ve neye entegre olmalarını sağlamak istiyoruz? Suriye Hükümeti’ne. Bağımsız bir Kürdistan’a dair hiçbir işaret yok. Ayrı bir SDG devleti olacağına dair bir sinyal yok. Bizim tarafımızdan ayrı bir Alevi devleti ya da ayrı bir Dürzi devleti olacağına dair de hiçbir işaret yok. Ortada sadece Suriye var. Ve şu anda Suriye’de şekillenmekte olan bir yapı mevcut. Bu yapı bir Suriye anayasasına, bir Suriye parlamentosuna sahip olacak. Herkesin, bu yapının nasıl inşa edileceği konusunda konuşabilmesi gerekiyor.

Tüm tarafların bu yapının nasıl inşa edileceği konusunda diyalog kurması gerekiyor. ABD olarak bizim bu süreçteki rolümüz şudur: Bu mücadelede bizim doğrudan bir tarafımız yok. Tek istediğimiz, bu görüşmelerin gerçekten gerçekleşmesi, adil şekilde yürütülmesi ve elbette ki bu süreçte bizim de desteklediğimiz bir tarafın bulunmasıdır; çünkü SDG bize bu yolda çok yardımcı oldu. Onlara adil davranıldığından emin olmak ve eğer isterlerse bu yeni sisteme dahil olma fırsatına sahip olmalarını sağlamak istiyoruz. Ama eğer bunu istemezlerse, bu onların kararıdır. Bu, bizim vereceğimiz bir karar değil."

La Repubblica'dan Paolo Mastrolilli: “Türkiye, Rusya ve Ukrayna arasındaki müzakerelerde önemli bir rol oynadı. Şu anda kritik bir aşamadayız; Başkan pazartesi günü önemli bir açıklama yapacak. Sizce mevcut durumu nasıl görüyorsunuz ve Türkiye’nin burada oynayabileceği rol nedir?”

Büyükelçi Thomas Barrack: “Teşekkür ederim. Türkiye’nin bu süreçlerde oynadığı rolden dolayı gerçekten büyük bir gurur duyuyorum. Bu durum Amerika’da farklı şekillerde yorumlandı çünkü Türkiye de farklı açılardan algılanıyor. Ama gerçekte Türkiye bu süreçte kilit bir rol oynadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hakan Fidan, İbrahim Kalın, Türk hükümetinin tüm üst düzey yetkilileri bu diyaloğun sürdürülmesi için Amerika adına arabuluculuk görevini üstlendiler. Karadeniz, Boğazlar yoluyla aktığı için Türkiye’nin tüm taraflarla çok özel bir ilişkisi var.

Sadece Ukrayna-Rusya bağlamında değil, aynı zamanda Gazze-İsrail meselesinde de bize çok yardımcı oldular. Türkiye, Hamas ile ilişki içinde olmakla eleştirildi – çünkü Hamas’ı yabancı terör örgütü ya da devlet destekli terör örgütü (SST) olarak ilan etmediler. Ama bu durum, tıpkı Katar gibi, diyaloğu sürdürmelerine olanak sağladı. Katar bu diyaloğun sürmesinde en önemli dostlarımızdan biri oldu. Eğer elimizde diyalog yoksa, bu tür zorlu yerlerde müdahale etme şansı da olmaz. O zaman gerçekten büyük bir sorun yaşarız.

Türkiye, Ukrayna tahıl anlaşmasında ve Karadeniz’deki mayın temizliği girişimlerinde çözümün önemli bir parçası oldu. Türkiye’nin umudu, bu trajik sürece son verilmesinde kolaylaştırıcı bir rol oynamak. Ve bizce bu süreçte çok güçlü bir ortaklık sergilediler.”

The National’dan Adla Massoud: “Daha önce Hizbullah’ın silahsızlandırılması planı için “havuç ve sopa” yönteminden bahsettiniz. Peki ABD, Lübnan hükümetinin Hizbullah ve Filistinli grupları silahsızlandırmasını kolaylaştırmak için havuç sunmaya hazır mı?

Büyükelçi Thomas Barrack: “Evet, hazırız. İbranice ve Arapça gibi birbirini zor anlayan iki dilde havuçları tanımlamaya yardımcı olmaya da hazırız. Peki, Hizbullah’ın meseleleri ne? Topçu saldırılarının durdurulması. Nasıl çatışmasızlık sağlanacak? Bu, o meşhur beş nokta meselesi. İsrail, güneyde Litani Nehri’nin güneyi dâhil olmak üzere beş ayrı stratejik noktayı işgal ediyor. O bölgelerdeki insanlar, özellikle Şiiler ve Hizbullah destekçileri evlerine, bir başka saldırı olacağı korkusu olmaksızın güvenle dönmek istiyor.

Yani önce bir ateşkes sağlanmalı, ardından o beş nokta üzerinde kısmi bir normalleşme olmalı. Peki İsrail ne zaman kendini güvende hisseder, yani Hizbullah tarafından saldırıya uğramayacağından emin olur? Bu, karşılıklı bir geri çekilme hâlidir. Ve burada her zaman sözünü ettiğimiz Plan B’ye ihtiyaç duyulur. Güney’in geleceği nedir? Hizbullah’ın geleceği nedir? Bu soruların yanıtı, güney Lübnan’a yapılacak yatırımları, kalkınmayı ve kapsamlı programları gerektiriyor. Ve Körfez ülkeleri, bu konuda destek vermeye hazır. Altyapının yeniden inşasından, yani elektrik, su, enerji gibi temel hizmetlerin restorasyonundan sanayi projelerinin geliştirilmesine kadar, Suudi Arabistan, Katar ve şimdi Birleşik Arap Emirlikleri, şunu söylüyor: 'Eğer ortam sakinleşirse, biz güney Lübnan’ın yeniden inşasına yardım ederiz.' Ve bu, gerçekten büyük bir katkı olur.

Bu sayede, Hizbullah’ın temsil ettiği Şiiler açısından da bir umut doğar. Ama Şiilerin aynı zamanda güvende hissedecekleri bir mekanizma da lazım. Yani burada söz konusu olan mekanizma, UNIFIL’le (Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü) birlikte yürütülen bir askeri operasyondur. İsrail, ‘Saldırıya uğrayacağımızı düşünüyoruz, roketler, füzeler ve İHA’lar A noktasından B noktasına hareket ediyor’ dediğinde, bu bilgiyi bu mekanizmaya iletiyor. Mekanizma da Lübnan Silahlı Kuvvetleri (LAF) ile birlikte devreye girerek, ‘Tamam, bu işi biz halledeceğiz’ diyor.

Ama bunu iç savaş çıkarmadan yapmak gerekir. Birinin kapısını çalıp “Hanımefendi, garajınızdaki roketleri almamız lazım” demek kolay değil. Bu yüzden biz, Morgan Ortagus’un başlattığı süreç kapsamında, adım adım bir çözüm planı önerdik: LAF’ı güçlendirmek, İsrail ile diyalog kurulmasına destek olmak, ve Şiiler için Beyrut üzerinden değil, doğrudan güney için fonlanacak bir kalkınma modeli yaratmak. Bunu yaparken, eski yolsuzluk düzenine izin vermemek gerekiyor. Bugünkü liderlerin yolsuzlukla ilgisi olduğunu düşünmüyorum, ama Lübnan geçmişte yolsuzlukla kuşatıldı.

Ve evet, bu sürecin bir zaman sınırı var ve bu sınırlama, Başkan Trump’ın sabrıyla doğrudan ilgili. Ama Başkan Trump, Lübnan’ı seviyor. Belki Dwight Eisenhower’dan beri bir Amerikan başkanının Lübnan’a bu kadar bağlılık gösterdiğini görmedik. Ama Lübnanlıların kendi yollarını açmaları gerekiyor. Yapmaları gerekeni yapıyorlar, bizimle diyalog kuruyorlar. Bu yüzden dedim ki: ‘Hayal kırıklığı da yaşıyorum, ama umutluyum.’

2’inci soru: “Peki sizce, Lübnan hükümeti Hizbullah’ı silahsızlandırmakta neden bu kadar gecikiyor? Onları geri tutan şey nedir?”

Büyükelçi Thomas Barrack: İç savaş korkusu. Bana göre işin özü bu. Gerçekten o hassas denge. Lübnan’da her aile bir trajedi yaşamıştır, bunu siz de biliyorsunuz. Ve geçmişteki iç savaşlar tam bir felaketti. Üstelik sadece Hizbullah’la uğraşmıyoruz; silahlı Filistin mülteci kampları da var.

Peki bütün bu parçalarla nasıl başa çıkacağız? Ayrıca beyin göçü yaşanıyor. Lübnan’ın en nitelikli insanlarının büyük kısmı ülkeyi terk etti. Ve şimdi yurt dışında bekleyen bir diaspora var; onlar şunu söylüyor: ‘Geri dönerim ama şeffaflık isterim, tutarlılık isterim, mantıklı işleyen bir hukuk sistemi isterim, sağlıklı bir bankacılık sistemi isterim.’ Ama bankacılık sistemi ne durumda? 100 milyar dolarlık borç var. Elit kesim diyor ki: ‘Ben hissedarım, bu zararı ben üstlenmem.’ Mevduat sahipleri diyor ki: ‘Zaten paramızı kaybettik, daha fazla yüklenemeyiz.’ Merkez Bankası diyor ki: ‘Bende para yok.’ Artık bir şeyler yapmak zorundalar.”

Anadolu Ajansı’ndan Şerife Çetin: “Bugün PKK’nın silah bıraktığını açıklamasını daha önceki yanıtlarınızda değindiniz ama tam olarak değerlendirmediniz. Sizce bu gelişmenin sonuçları ne olabilir? Ve sizin görüşünüze göre, SDF (Suriye Demokratik Güçleri) hâlâ ne derece PKK liderliğinden etkileniyor? Bu iki yapı arasında ilişkinin kopması noktasında sizce ne aşamadayız?”

Büyükelçi Thomas Barrack: “Açık konuşayım, bugünlerde ne PKK ne de SDF tarafından çok sevildiğimi sanmıyorum. Bu sadece Türkiye’nin değil, tüm bölgenin meselesi. Kürtlere en başından beri baktığınızda: Güçlü, zeki, savaşçı bir halk. Kültürleri, komünist değil ama komünal bir yapıya sahip. Kadın-erkek eşitliği var. Daha çok aşiret temelli ama karar alma biçimleri aile değil, topluluk düzeyinde işliyor. Kürtler, 1919’da bir Kürdistan devleti hayali kurmuşlardı. Ama tıpkı diğer halklar gibi bu hayal de Sykes-Picot, San Remo Anlaşması ve diğer gizli planlarla ellerinden alındı.

Bu yüzden derin bir hayal kırıklıkları var. Ve bu haklı bir hayal kırıklığı. PKK ile Türkler arasında -40 bin insanın öldüğü- bir savaş yaşandı. Bu bir kâbus.
Şimdi Öcalan hâlâ sürgünde. Ama PKK bugün silah bırakıyoruz diyerek cömert bir adım atıyor. İlk adımı biz atıyoruz. Süreci başlatıyoruz, çünkü artık dâhil olmak istiyoruz. Kendi kültürümüze, kendi dilimize sahip çıkmak istiyoruz. Ama bunun yanında eğitim sistemine, hukuk sistemine ve fırsatlara da erişmek istiyoruz. Biz de bu sistemin içinde yer almak istiyoruz.

"SDG biraz daha farklı, değil mi? PKK’dan ayrılarak kendi karar alma mekanizmasını oluşturdu, ABD’nin OIR (Doğal Kararlılık Harekâtı) çatısı altında koruma altına alındı. Onlara büyük bir minnet borcumuz var. Gerçekten yılmaz savaşçılardı. DAEŞ karşıtı süreçte bize – hepimize – çok önemli katkılar sağladılar. Bir gelecek ve insanca bir yaşamı hak ediyorlar. Ama bir karar vermek zorundalar: Onlar Suriyeli mi? Türkiyeli mi? Önce Kürt mü? Bu başlı başına bir mesele"

SDG biraz daha farklı, değil mi? PKK’dan ayrılarak kendi karar alma mekanizmasını oluşturdu, ABD’nin OIR (Doğal Kararlılık Harekâtı) çatısı altında koruma altına alındı. Onlara büyük bir minnet borcumuz var. Gerçekten yılmaz savaşçılardı. DAEŞ karşıtı süreçte bize – hepimize – çok önemli katkılar sağladılar. Bir gelecek ve insanca bir yaşamı hak ediyorlar. Ama bir karar vermek zorundalar: Onlar Suriyeli mi? Türkiyeli mi? Önce Kürt mü? Bu başlı başına bir mesele.

Ama bu, bizim meselemiz değil. Onlar ne yapmak istiyorlarsa buna kendileri karar verebilirler. Biz kimseye bir şey dayatmıyoruz. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, onlara bir zemin sağlamak ve 'önünüzde açık bir yol var, bundan sonra hepiniz nasıl entegre olacağınıza karar vermek zorundasınız' demek. Ama şunu bilin ki ortada tek bir ülke olacak; altı ayrı ülke olmayacak. Neden mi? Çünkü bunu biz söylemiyoruz. Bunu Amerika söylemiyor, Rusya söylemiyor, Çin de söylemiyor. Bunu söyleyen Suriye’nin kendisi. Suriye diyor ki: Biz artık bir ulus-devletiz. HTS [Heyet Tahrir el-Şam] yok artık. Esad rejimi sona erdi. Biz şimdi Suriye Arap Cumhuriyeti’yiz. Bu da uluslararası alanda tanınan bir ulus-devlettir. Eğer bunun bir parçası olmak istiyorsanız, işte bu yapıya katılmanın koşulları bunlardır.

Biz de bu geçişi yönetmeye çalışıyoruz. Bence herkes bu konuda artık daha sorumlu davranıyor. Biz bazen tarafları itiyor, zorluyoruz. Bu da köşelerin biraz hırpalanmasına neden olabiliyor. Ama bence olacak. Çünkü herkesin içinde artık şu umut var: Zamanı geldi.

Bu yüzden umudum, onların [SDG ve ilgili grupların] entegre olması ve tüm bu karmaşanın yavaş yavaş dağılmasıdır. Ve Türkiye – ki kendisi bizim NATO içindeki en önemli müttefikimiz olmuştur – ama yine de şunu unutmamak gerek: Bu grupların hepsi bir ulus-devletin içinde yaşamak zorundadır. Biz aslında benzer bir durumu kendi ülkemizde de yaşıyoruz, değil mi? Bazen ülkedeki bölünmelere bakıyorsunuz ve diyorsunuz ki, ‘Vay canına, işler gerçekten çetrefilleşiyor.’ Ukrayna ve Rusya’ya verdiğimiz destek konusundaki fikir ayrılıklarında da bunu görüyoruz, Gazze ve İsrail’e yaklaşımımızda da aynı şey geçerli; Brezilya’da olanlar, Çin ve Tayvan arasındaki gelişmeler, hepsi bu yeni dönemin bir parçası. Artık yeni bir dokunun, yeni bir anlayışın oluşması gerekiyor. Ve bence Başkanımız, Amerika’nın artık dünya güvenliğinin garantörü olarak tek başına hareket etmesinin işe yaramadığı fikriyle doğru bir yol izliyor. Biz oradayız, yardım ederiz, yol gösteririz. Ama biz artık dünyanın güvenlik garantörü değiliz."

İhlas Haber Ajansı muhabiri Dilek Kaya: “İki sorum olacak. İlk sorum: Türkiye için F-35 programında son gelişmeler nedir? İkinci sorum: İsrail ve Filistin arasında ateşkese yönelik en güncel gelişmeler nelerdir?”

"O dönem Erdoğan, Patriot füzeleri satın almak istedi. Şimdi, anlatacaklarımın ne kadarı tamamen gerçek, ne kadarı yorum meselesidir bilemem, ama bu hikâyenin nasıl başladığına dair yorumu aktarıyorum. O zamanlar ABD Kongresi, ona Patriot füzelerini satmak istemedi. Peki Erdoğan bu füzeleri neden istiyordu? Ülke içindeki darbelerden korunmak için"

Büyükelçi Thomas Barrack: “İyi sorular, teşekkür ederim. F-35 meselesinde, hatırlarsanız, Türkiye NATO’daki en büyük ikinci katılımcıdır, bizden sonra gelir. F-16’lar konusu da var - ve F-16’ların bir dizi modernizasyon paketi mevcut- Ama bu hikâye aslında 2016 yılına kadar uzanıyor. Türkiye’ye yönelik tüm askeri ekipman tartışmalarını o zamandan başlatmak gerekiyor. O yüzden, izin verin biraz geriye döneyim çünkü siz muhtemelen 2016’da daha çocuktunuz.

O yıl bir darbe girişimi yaşandı. Ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en çok korktuğu şey de bu tür darbeler. Çünkü Türkiye’de uzun yıllar boyunca hükümeti asıl yöneten yapı orduydu. Cumhurbaşkanları değişirdi, başbakanlar değişirdi ama her şeyin geri döndüğü nokta hep ordu olurdu. İşte 2016’daki darbe girişimi herkesi dehşete düşürdü.

O dönem Erdoğan, Patriot füzeleri satın almak istedi. Şimdi, anlatacaklarımın ne kadarı tamamen gerçek, ne kadarı yorum meselesidir bilemem, ama bu hikâyenin nasıl başladığına dair yorumu aktarıyorum. O zamanlar ABD Kongresi, ona Patriot füzelerini satmak istemedi. Peki Erdoğan bu füzeleri neden istiyordu? Ülke içindeki darbelerden korunmak için.

Bunun üzerine Türkiye, S-400 adlı bir Rus hava savunma sistemi satın aldı. S-400, oldukça gelişmiş bir radar ve tespit sistemidir – ve bu sistem, NATO müttefiki olan bir ülke tarafından Rusya’dan alındı. Bu durum kafa karıştırıcıydı. Kongre de hemen devreye girip şöyle dedi: Hayır, bunu yapamazsınız. Bu arada, aynı dönemde Türkiye F-35’lerin gövde parçalarını üretiyordu.

F-35 programı, çok sayıda parçanın birleşiminden oluşan, beşinci nesil son derece gelişmiş bir aviyonik döngüye sahip bir sistemdir. Kongre bu gelişmeler karşısında öfkelendi. Türkiye’ye CAATSA yaptırımlarını (Amerika'nın Hasımlarıyla Mücadele Yasası) ve başka bir dizi yaptırımı uygulamaya koydu. Ardından, Türkiye’nin savunma alım kurumuna yönelik olarak şu kararı aldı: Size artık F-35 satmıyoruz. Ayrıca F-16’ların satışı ve F-16 modernizasyon paketleri de durdurulacak.

"Ve biz, kendi savunma sanayi süreçlerimizi, F-16’ların, F-35’lerin ve Patriot füzelerinin üretimi de dahil dondurduk. Bu arada artık bir Patriot füzesi satın alamazsınız. F-16 bile alamazsınız. Biz dünyanın dört bir yanına silah satıyoruz ama şu anda kendimiz bile stok sıkıntısı yaşıyoruz"

Peki yaptırımlar uygulanınca ne oldu? Türkiye – zeki, çalışkan ve üretken bir topluma sahip olduğu için – kendi insansız hava araçlarını ve savaş jetlerini üretmeye başladı. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu ürettikleri İHA’lar, yani TB2’ler, Bayraktar İHA’ları, muhtemelen dünyadaki en iyi İHA’lar arasında yer alıyor ve Ukrayna savaşında da aktif olarak kullanıldılar. Ve biz, kendi savunma sanayi süreçlerimizi, F-16’ların, F-35’lerin ve Patriot füzelerinin üretimi de dahil dondurduk. Bu arada artık bir Patriot füzesi satın alamazsınız. F-16 bile alamazsınız. Biz dünyanın dört bir yanına silah satıyoruz ama şu anda kendimiz bile stok sıkıntısı yaşıyoruz.

Sonrasında biz sürece geri döndük ve şöyle dedik: Tamam, artık çok iyi bir ilişkimiz var. Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan, birbirlerine yeniden yaklaşmak ve geçmişte boş bırakılmış ilişkiyi yeniden tanımlamak konusunda harika bir iş çıkardılar. Bunu siyasi bir yorum olarak söylemiyorum. Ancak Biden ve Obama yönetimleri döneminde Türkiye hem sevilmedi hem de kendini seviliyor hissetmedi. Avrupa topluluğu tarafından da sevilmiyordu; oysa NATO’nun en büyük ikinci gücü olmalarına rağmen Avrupa Birliği, Türkiye’yi kabul etmedi – üstelik ticaretlerinin %40-%50’sini karşılıklı yürüttükleri halde. Kongre ise şunu söyledi: 'Hayır, olmaz. Yaramazlık ettiniz. S-400’lerden kurtulmanız gerekiyor.' Bu arada Türkiye, F-16’ların bir kısmı için zaten ödeme yapmıştı ve F-35 parçalarını da üretiyordu. Yani bu neredeyse on yıldır süren uzun bir hikâye –ve artık sona doğru yaklaşıyor.

Peki bu hikâyenin sonu nedir? Bir müzakere ve tartışma süreci, zamanı nasıl geri sarabiliriz sorusu etrafında dönüyor. F-35 konusu, Kongre’nin CAATSA’dan ayrı olarak ele alması gereken bir konu, çünkü F-35’ler son derece gelişmiş bir tespit ve radar sistemine sahip, menzilleri çok daha uzun. Bu yüzden F-35 ile F-16 konuları ayrı bir düzlemde tartışılıyor. Bu tartışmalar, diğer tüm savunma meseleleriyle birlikte eşzamanlı olarak yürütülüyor.

"Ortada F-35’ler var, F-16’lar var, F-16 modernizasyon paketleri var, S-400’ler var, Patriot füzeleri var ve tüm bu diğer meseleler var –üstelik bunların hepsi Türkiye ekonomisinin zorlandığı ve tüm bu alanlarda desteğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde gündemde–"

Yani ortada F-35’ler var, F-16’lar var, F-16 modernizasyon paketleri var, S-400’ler var, Patriot füzeleri var ve tüm bu diğer meseleler var -üstelik bunların hepsi Türkiye ekonomisinin zorlandığı ve tüm bu alanlarda desteğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde gündemde.- Ama tüm bunlar gerçek zamanlı olarak ilerliyor. Türkiye olağanüstü ölçüde iş birliği içinde davranıyor. Ukrayna ve Rusya ile ilgili yürüttüğümüz görüşmelerde bize gerçekten çok yardımcı oldular. Her ne kadar bu nedenle eleştirilseler de Hamas’la ilgili temas noktası oluşturmamızda da bize ciddi ölçüde yardımcı oldular. Katar da aynı şekilde eleştiriliyor. Katar Emiri Şeyh Muhammed Abdulrahman bu konuda olağanüstü bir çaba gösterdi, tıpkı Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan gibi. Aksi takdirde, bizim herhangi bir diyalog kurma şansımız kalmazdı.

O yüzden umutluyum – tüm bu süreç ilerliyor. Herkes konuşuyor. Gerçekten, İsrail de – Gazze hariç – bu sürecin içindeymiş gibi. Ve bizim umudumuz… Steve Witkoff gerçekten harika biri. Hayatını, Başkan ve Dışişleri Bakanı Rubio adına bu meselede bir çözüm yolu bulmaya adamış durumda. Ve bence artık işin sonuna doğru geliyorlar. Benim – biraz safça olsa da – beklentim şu: Eğer bu mesele çözüme kavuşursa, Orta Doğu’da bir süreliğine yeni bir hizalanma (denge) ortaya çıkacak. Ve eğer bu barış ve refah sürecine geçiş, güç yoluyla sağlanabildiyse ki Başkan’ın B-2 bombardıman uçaklarını göndermesi bu anlamda çarpıcı bir adımdı. Nasıl bakarsanız bakın, bu büyük bir şeydi. Herkesin dikkatini çekti. Ve şimdi bu dikkat üzerindeyken, herkes şöyle diyor: ‘Pekâlâ çocuklar, hadi artık aynı oyun alanında daha düzgün oynayalım.’ Çünkü bir B Planı yok. Herkese soruyorum: ‘Yaptıklarımızı beğenmiyor musunuz? O zaman bana bir B Planı verin. Başkan’a sunalım. O bu tür şeylere açık biridir. Ama hadi bana B Planı'nı gösterin. Nedir B Planı?’ B Planı yok."

Manik Mehta – Bağımsız gazeteci: "Türkiye’nin Suriye ve İran konularındaki pozisyonunun ABD ile ne derece örtüştüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca, Kızıldeniz’de Husi militanlarının son gemi saldırılarına Türkiye’nin bakışı nedir?"

Büyükelçi Thomas Barrack: Son sorunuza doğrudan yanıt veremem ama genel olarak şunu söyleyebilirim: Türkiye bu durumu pek hoş karşılamıyor. Husilere sempatik baktıklarını da söyleyemem ama bu konuda resmi bir tutumu ifade etmem doğru olmaz. Öte yandan, ilişkinin doğasına dönecek olursak; Türkiye’ye baktığınızda etrafı sekiz ülke ve dört denizle çevrili. Amerika açısından işler daha kolay; biz Kuzey Amerika’dayız, denizlerle çevriliyiz, bu da bizi doğal olarak koruyor. Temelde iki ana sınırımız var: Kanada ile Orta ve Latin Amerika. Bu sınırları büyük ölçüde kontrol edebiliyoruz. En azından daha iyi kontrol etmeye çalışıyoruz.

Türkiye, dünyanın merkezinde yer alıyor. Üstelik herkesle ticaret yapıyor, herkesle ilişki kuruyor. Burası -Boğazlar ve Çanakkale ile, Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Baharat Yolu üzerinden Doğu ile Batı’nın buluştuğu yer- Osmanlı’yı bir kenara bıraksanız bile, her şey buradan geçiyor.

“Her gün 13.000 İranlı, vizesiz olarak Türkiye sınırından geçiyor. Türkiye, DEAŞ’a (ISIS) karşı mücadelede ABD’nin ortaklarından biri”

Eğer bir adım ileri gidersek, her gün Türkiye sınırını geçen 13.000 İranlı var – evet, vizesiz şekilde 13.000 İranlı. Türkiye, DEAŞ’a (ISIS) karşı mücadelede bizim muharip ortağımız. Türkiye ile Ermenistan hâlâ, Türkiye’nin Ermenistan’a soykırımda bulunduğu yönündeki eski algının etkisini yaşıyor; ancak Azerbaycan, Türkiye ve Ermenistan o tarafta ticaret ortağı konumundalar, tıpkı Suriye’nin bu tarafta olduğu gibi.

Bu arada, artık Türkiye’de hem Türkçe hem de Arapça konuşan dört buçuk milyon Suriyeli var. Yani o sınır açıldığında – işleri kontrol altına aldığımızda – ortalık adeta şaha kalkacak. Suriyeliler tam anlamıyla ateş gibi; ticaret konusunda en iyiler. Yani Suriyelilerle Lübnanlıları alırsanız – ki İsrailliler de dâhil olursa – artık gerisini unutun. Körfez sermayesiyle ve bu girişimcilikle birlikte, her şeyin doğuya doğru hareket ettiğini göreceksiniz.

Türkiye ile ilişkiler zorlayıcı oldu çünkü zaman içinde uyguladığımız Batılı standartlar, çoğunlukla İslam dünyasında ve yeni bir “Baharat Yolu” düzeninin şekillendiği bu bölgede tam olarak geçerli değil. Ama bir yanda cumhuriyetle yönetilen bir İslam ülkesi olan Türkiye var; öte yanda ise Körfez’de monarşiyle yönetilen İslam ülkeleri bulunuyor. 

İki milyar Müslüman ile iki milyon Yahudi arasında zihinleri ve kalpleri kazanma mücadelesinde kim galip gelir? Aslında hepimizin odaklanması gereken yer burası. Nihai hedef nedir? Tüm bunları nasıl sona erdirebiliriz? Gerçekten bir son isteyen var mı? Yeni-muhafazakârlar (neoconlar) bu işin bitmesini istiyor mu? Her yıl savunma harcamalarına üç buçuk trilyon dolar harcıyoruz. Bu küçük çaplı bir iş mi? Bu işin içinde kimler var, işin ekonomik çıkar sahipleri kim? Bu yapıyı bozanlar, düzeni sarsan aktörler kim?

Peki oraya nasıl ulaşırız? Yavaş yavaş, eğitim yoluyla, değil mi? Anlayışlı, yardımsever, dayatmacı olmayan Amerikan sisteminin cömertliğiyle. Bizim umut ettiğimiz şeylerin bir örneği bu – ve bu Başkan, bugün dünyada bunu ortaya koymak konusunda gerçekten iyi bir iş çıkardı. Bu karmaşık bir coğrafya; her şey gün be gün ilerliyor ve bence kalpler tek tek kazanılır. Türkiye ise, tıpkı Azerbaycan ve Ermenistan gibi, tüm bu gelişmelerin tam ortasında yer alıyor. Onlar şu anda 32 kilometrelik bir yol için tartışıyor – ama bu şaka değil. Bu mesele yaklaşık on yıldır sürüyor: 32 kilometrelik bir yol için.

Sonuç olarak Amerika devreye giriyor ve diyor ki: 'Tamam, biz bu işi üstlenelim. Bize bu 32 kilometrelik yolu 100 yıllığına kiralayın, hepiniz kullanın.' Ama şu da bir gerçek ki, bu kabilevi bakış açıları kolay kolay kaybolmuyor. Biz, ‘e pluribus unum’ ilkesine sahip olarak geldik. Bu ne demek? 'Çokluktan birliğe' demek. Bu anlayış Amerika’da var. Ama orada yok. Orada öncelik birey, sonra aile, sonra kabile ve en son millet. Ama umudum şu ki, zamanla bu ‘e pluribus unum’ anlayışı orada da benimsenir. Belki Latinceden Arapçaya, Arapçadan Rusçaya, Rusçadan Çin’e doğru bu anlayış yayılır – belki o zaman bir şansımız olur."

ABD Dışişleri Bakanlığı'nın yayımladığı soru-cevap metni Mikro-Makro tarafından çevrilmiştir.

:
share
Siteyi Telegram'da Paylaşın
Siteyi WhatsApp'ta Paylaşın
Siteyi Twitter'da Paylaşın
Siteyi Facebook'ta Paylaşın